Years
2019
Categories
Authors
- Ali Kustepe (1)
- Ava Şirin Tav (3)
- Aysun Kalenderoglu (1)
- Bandr Mzahim (1)
- Belkis Atasever Arslan (2)
- Belkıs Atasever Arslan (1)
- Engin Sert (1)
- Esra Kaya-Bozkurt (1)
- Eyad al Nemer (1)
- Eylem Özten (1)
- Fatih Dağdelen (1)
- Fatıma Ceren Tuncel (1)
- Habib Erensoy (2)
- Hanife Yılmaz (1)
- Hanife Yılmaz Çengel (2)
- Hilal Doğangüneş (1)
- Loprinzi Paul D. (2)
- Mehmet Bertan Yılmaz (1)
- Mehmet Hamdi Orum (1)
- Murat Eren Özen (1)
- Mustafa Celik (1)
- Oğuz Tan (1)
- Paul D. Loprinzi (1)
- Pınar Çetinay Aydın (1)
- Sevilay Kunt (1)
- Sharafaldeen Bin Nafisah (1)
- Sukru Uguz (1)
- Tillman Brianna (1)
- Tonguc Demir Berkol (1)
- Tonguç Demir Berkol (2)
- Tonguç Demir Berkol (1)
- Tugce Uzunoglu (1)
- Yusuf Ezel Yıldırım (2)
- Yusuf Ezel Yıldırım (2)
- Zengibar Özarslan (1)
- Zengibar Özarslan (1)
- İlker Özyıldırım (1)
ARTICLES
Original Article
Turkish Title : Antidepresan tedavi sırasında ortaya çıkan mani vakalarının birinci dereceden akrabalarında bipolar bozukluk sıklığının araştırılması
Oğuz Tan
JNBS, 2019, 6(1), p:1-5
It is argued that those patients who switch to mania under antidepressant therapy are prone to bipolar disorder and that there is a category of mood disorders called as “bipolar III”. If clinical relevance of this category that is not included in official nosologies testified, the diagnostic and therapeutic approach to mood disorders may change. To test this hypothesis, we screened for bipolar I disorder among 138 first-degree relatives of 24 patients who had switched to mania under antidepressant therapy because of unipolar depression and then compared this figure with that among 135 first-degree relatives of 24 patients having documented bipolar I disorder. Regarding the frequency of bipolar I disorder within the family, we found no significant difference between the case and the control groups. The fact that the family history regarding bipolar I disorder among those who switched to mania under antidepressant therapy did not differ significantly from that among the control subjects suggest a genetic susceptibility to bipolarity among the cases. Our findings verify the concepts of “soft bipolarity” and “bipolar III.
Antidepresan kullanırken maniye giren hastaların bipolar bozukluğa yatkınlık taşıyan kişiler oldukları savunulmakta, “bipolar III”olarak adlandırılan bir duygudurumu bozukluğu kategorisinin varlığından söz edilmektedir. Tanı sınıflama sistemlerine girmemişbu kategorinin klinik geçerliliğinin kanıtlanması, duygudurumu bozukluklarına tanı ve tedavi yaklaşımını etkileyebilir. Bu hipotezisınamak amacıyla ünipolar depresyon nedeniyle antidepresan kullanırken maniye giren 24 vakanın 138 birinci dereceden akrabasındave bipolar I bozukluğu olduğu belgelenmiş 24 kontrol deneğinin 135 birinci dereceden akrabasında bipolar I bozukluğu görülme sıklığıkarşılaştırıldı. Vaka ve kontrol grupları arasında ailevi yüklülük açısından anlamlı farklılık bulunmadı. Antidepresan kullanırkenmaniye giren unipolar depresyon hastalarının ailelerinde bipolar bozukluk sıklığının kontrollerden anlamlı farklılık göstermemesi, bukişilerde bipolariteye genetik yatkınlık bulunduğunu desteklemektedir. Bulgularımız “yumuşak bipolarite” ve “bipolar III” kavramlarınıdoğrulamaktadır.
Original Article
Autistic symptoms in children with attention deficit hyperactivity disorder
Turkish Title : Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan çocuklarda otistik belirtiler
Esra Kaya-Bozkurt,Mustafa Celik,Aysun Kalenderoglu,Ali Kustepe,Mehmet Hamdi Orum,Sukru Uguz
JNBS, 2019, 6(1), p:6-11
The aim of this study is to detect the prevalence of autistic symptoms of children with attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) using Autism Behavior Checklist (ABC). The sample of this study included 51 children (42 males, 9 females) at 8-18 ages diagnosed with ADHD in psychiatry and child psychiatry clinics of University Research and Education Hospital between 01/03/2016 - 31/05/2016 and 58 controls (48 males, 10 females) without ADHD with similar age, sex, and education features. Results showed higher results for children with ADHD in total ABC scale and all of its 5 subscales than children without ADHD (p<0.001). The rate of ADHD diagnosis in first degree relatives of children with ADHD was significantly higher than relatives of the control group (p<0.001). Another finding of the study was lower employment rate in the mothers of the ADHD children compared with the mothers of the control children (p=0.023). The most important finding of this study was that in the patient group, the score of the ABC scale and the score of each subscale were significantly higher than the control group. This conclusion suggests that children with ADHD may have symptoms that may disrupt social functions such as communication problems. It also points out that children with ADHD should be addressed in this respect too.
Bu çalışmanın amacı, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan çocuklarda otistik belirtilerin yaygınlığının Otizm Davranış Kontrol Listesi (ABC) ile araştırılmasıdır. Araştırmanın örneklemini, Üniversitemiz Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri ve çocuk psikiyatri polikliniğine 01/03/2016- 31/05/2016 tarihleri arasında başvuran 8-18 yaş aralığındaki DEHB tanısı almış 42 erkek, 9 kız olmak üzere 51 kişi ve yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi bakımından benzer olan, DEHB olmayan 48 erkek, 10 kız olmak üzere 58 kişi oluşturmaktadır. Elde edilen bulgularda DEHB’li bireylerin ABC ölçeğinden almış oldukları toplam ölçek puanı ve alt ölçek puanları DEHB’li olmayan bireylere kıyasla daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). DEHB’li bireylerin birinci derece akrabalarında DEHB görülme olasılığı kontrollere kıyasla daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). Elde edilen başka bir bulgu ise; çalışmamıza dâhil edilen DEHB’li çocukların annelerinin kontrol grubu annelerine kıyasla daha az çalıştığı tespit edilmiştir (p=0.023). Bu çalışmanın en önemli bulgusu hasta grubunda ABC ölçeğinin toplam puanı ve alt ölçeklerin her birinin puanının kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek çıkmasıdır. Bu sonuç, DEHB’li çocuklarda iletişim sorunları gibi sosyal işlevleri bozabilecek belirtiler olabileceğini düşündürmektedir. DEHB’li çocukların bu açıdan da ele alınması gerektiğine işaret etmektedir.
Original Article
The experimental effects of acute exercise intensity on episodic memory and working memory function
Turkish Title : Akut egzersiz yoğunluğunun epizodik bellek ve çalışma belleği işlevi üzerindeki deneysel etkileri
Tillman Brianna,Loprinzi Paul D.
JNBS, 2019, 6(1), p:12-20
The purpose of this study was to evaluate the potential intensity-dependent effects of acute exercise on episodic memory and working memory capacity. A counterbalanced, randomized controlled, within-subject design was employed (N=20; Mage=20.8 yrs). The three counterbalanced visits included a control visit, moderate-intensity exercise (40% of HRR) and high-intensity exercise (70% of HRR). Episodic memory was assessed from a word-list task, including an immediate and delayed (20-min delay) assessment. Working memory capacity was assessed from the Brown-Peterson task. Immediate episodic memory recall was similar across the three conditions (8.5-8.7 words). However, for the 20-min delay period, the high-intensity exercise condition had a higher word recall score than the two other conditions (5.7 vs. 4.9). For the working memory task, there was a statistically significant main effect for condition (F=4.3, P=0.02, η2p=0.18), main effect for delay period (F=30.6, P<0.001, η2p=0.61), and condition x delay period interaction effect (F=2.97, P=0.01, η2p=0.14); the high-intensity exercise condition was optimal in enhancing working memory capacity. In conclusion, we provide evidence that acute high-intensity aerobic exercise is optimally associated with working memory capacity, with suggestive evidence that it is also more optimally associated with episodic memory function.
Bu çalışmanın amacı akut egzersizin epizodik bellek ve işleyen bellek üzerindeki yoğunluk bağımlı etkisini incelemektir. Bu amaçla eşleştirilmiş, sırası dengelenmiş, rastgele kontrollü bir araştırma dizaynı oluşturulmuştur (N=20; Mage=20.8 yıl). Bu 3 adet sırası dengelenmiş değerlendirmeler, kontrol ziyareti, orta yoğunlukta egzersiz (40% of HRR) ve yüksek yoğunluklu egzersizdir (70% ofHRR). Epizodik bellek bir kelime listesi üzerinden anlık ve beklenmiş değerlendirme ile test edilmiştir. İşleyen bellek ise Brown-Peterson testi ile değerlendirilmiştir. Sonuçlarda anlık epizodik bellek geri çağırma süreçleri üç durum arasında benzerlik arz etmektedir (8.5-8.7 kelime). Ancak, 20 dakika sonraki uzamış dönemde yüksek yoğunluklu egzersiz durumunun diğer iki duruma kıyasla daha yüksek seviyede kelime geri çağırma ile sonlandığı tespit edilmiştir (5.7 vs. 4.9 kelime). İşleyen bellek testi ise, anaetki için durumlar arasında anlamlı ilişki bulunmuş (F=4.3, P=0.02, η2p=0.18), beklemenin ana etkisi anlamlı (F=30.6, P<0.001,η2p =0.61), ve durum X bekleme süreleri ilişkisinin yine anlamlı olduğu bulunmuştur (F=2.97, P=0.01, η2p=0.14); buna göre yüksek yoğunluklu egzersiz işleyen bellek kapasitesini arttırmakta en uygun durum olarak saptanmıştır. Sonuç olarak, bu çalışma akutyüksek yoğunluklu egzersizin işleyen bellek ve epizodik bellek kapasitesini optimize etmekte başarılı olduğu gösterilmiştir.
Original Article
The evaluation of caregiver burden of elderly psychiatric patients
Turkish Title : Yaşlı psikiyatrik hastalara bakım verenlerin yükünün değerlendirilmesi
Murat Eren Özen,Mehmet Bertan Yılmaz
JNBS, 2019, 6(1), p:21-27
The number of studies evaluating caregivers in the elderly psychiatric population is insufficient. This study aims to determine the caregiver burden and related factors in elderly psychiatric patients’ caregivers. This is a descriptive cross-sectional study. The study was carried out on caregivers who applied to Private Adana Hospital psychiatry clinic. The study included 230 caregivers of psychiatric elderly patients (≥60 years). Demographics questionnaire form (for the elderly and caregivers) and the Zarit Burden Interview were used to collect data. Independent t-test, analysis of variance (ANOVA) and Scheffe post-hoc test were used for statistical analysis. Caregivers’ burden had a meaningful association with the type of psychiatric disorder in elder patients (p=0.005). Post-hoc test showed caregivers’ burden was higher in caring for schizophrenic patients and then obsessive-compulsive, bipolar disorder, depression, and anxiety disorders, respectively. The results denoted that caregiving hours per week (p=0.003) and additional psychiatric patients number in the family (p=0.004) had an association with caregiving burden. Results showed that greater caregiving hours/week was associated with a higher caregiving burden. It is seen that caregiving hours, type of the patient’s mental illness and presence of an additional psychiatric patient in a family increases the burden of the caregiver. Caregivers’ high care burden can overshadow the quality of care the psychiatric elderly patients and expose the caregivers’ psychological health to danger.
Yaşlı psikiyatrik popülasyondaki bakıcıları değerlendiren çalışmaların sayısı yetersizdir. Bu çalışma yaşlı psikiyatri hastalarının bakım verenlerinde bakıcı yükünü ve ilişkili faktörleri belirlemeyi amaçlamaktadır. Tanımlayıcı kesitsel bir çalışmadır. Çalışma, Özel Adana Hastanesi psikiyatri polkliniğine ayaktan başvuran psikiyatrik yaşlı hastalara (≥60yaş) bakım veren 230 kişi üzerinde yapıldı. Demografik anket formu (yaşlılar ve bakım verenler için) ve Zarit Bakım Yükü Ölçeği verileri toplamak için kullanıldı. İstatistiksel analiz için bağımsız t-testi, varyans Analizi (ANOVA) ve Scheffe post-hoc testleri kullanıldı. Bakım verenlerin yükü, yaşlı hastalarda psikiyatrik bozukluk tipi ile anlamlı bir ilişki göstermiştir (p=0.005). Post-hoc testi bakıcıların yükünün şizofreni hastalarına bakım yapmada sırasıyla obsesif-kompulsif, bipolar bozukluk, depresyon ve anksiyete bozukluklarından daha yüksek olduğunu göstermiştir. Sonuçlar, saatte/haftada saat verilen bakımın (p=0.003) ve ailedeki ek psikiyatrik hasta sayısının (p=0.004) bakım yükü ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Bakım saatlerinin, hastanın ruhsal hastalık türü ve ailede ek bir psikiyatri hastasının varlığının bakıcının yükünü arttırdığı görülmektedir. Bakım verenlerin yüksek bakım yükü, psikiyatrik yaşlı hastaların bakım kalitesini düşürebilir ve bakıcıların psikolojik sağlığını tehlikeye maruz bırakabilir. Bu nedenle, yükü azaltmak ve hastaların aileleri gibi gayri resmi bakıcılar tarafından uzun vadeli bakım kalitesini artırmak için toplum odaklı müdahalelerin gerekli olduğu görülmektedir.
Original Article
Turkish Title : Sosyal anksiyete bozukluğu hastalarında bipolar bozukluk ektanısı atipik depresyon ile ilişkili olabilir mi?
Ava Şirin Tav,Tonguç Demir Berkol,Yusuf Ezel Yıldırım,Hanife Yılmaz,Zengibar Özarslan,Habib Erensoy
JNBS, 2019, 6(1), p:28-32
Social anxiety disorder (SAD) is one of the most common psychiatric disorders and frequently co-exists with other psychiatric conditions, primarily with mood disorders. MD is the most common psychiatric comorbidity in patients with SAD, and the association of anxiety disorders and bipolar disorder with atypical depression, which is included in diagnostic guidelines for MD as a subgroup, has been well established. The present study aims to determine if SAD patients with comorbid atypical depression or bipolar disorder show differences in terms of symptomatology and disease course compared to SAD patients without bipolar disorder. We hypothesize that social phobia patients may have subgroups within themselves and the processes of these subgroups may be different from those of known SAD patients. In this study a retrospective chart review was performed for patients who had applied to the Psychiatry Outpatient Unit, Kartal Research and Training Hospital, during a 7-month period in 2018. The study had a retrospective design. A total of 82 patients diagnosed with Social Anxiety Disorder based on a SCID-I interview for DSM-IV were included in the study. Of the 82 SAD patients, 16 patients (19.5%) had also co-existing BPD. All SAD patients with comorbid BPD had at least one major depressive episode history, while 15 (93.7%) SAD patients with comorbid BPD exhibited atypical features in at least one episode. Thus, we identified an association between SAD/BPD and atypical depression and discussed the importance of this co-occurrence in terms of clinical evaluation.
Sosyal Anksiyete Bozukluğu (SAB) en yaygın görülen psikiyatrik rahatsızlıklardan biri olup başta duygudurum bozuklukları olmak üzere diğer psikiyatrik hastalıklarla ile sıklıkla birlikte görülmektedir. SAB olan kişilerde Major Depresyon (MD) görülme sıklığının yüksek olması her iki hastalığa bağlı antidepresan kullanımına yaygınlığına sebep olmaktadır. SAB’na en sık eşlik eden psikiyatrik rahatsızlık olan MD tanı kılavuzlarında bir alt grubu olarak belirlenen Atipik Depresyonun daha önceki çalışmalarda Anksiyete Bozuklukları ve Bipolar Bozukluk (BPB) ile olan ilişkisi ortaya konulmuştur. Atipik Depresyonun SAB ile de komorbid olarak daha sık görüldüğünü belirten yayınlar olmakla birlikte bu birlikteliğin Atipik Depresyonun tanı kriterlerinden olan “başkaları tarafından kabul görmemeye duyarlılık”ın SAB’ndaki psikopatolojinin temelinde de yer almasının rol oynadığı düşünülmektedir. SAB’na komorbid olarak BPB sıklığındaki yükseklik hastalık seyri ve tedavi düzenlenmesi açısından daha dikkatli olmayı gerektirmektedir. Bu çalışmaya alınan kişiler; Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne 2018 yılı içinde, 7 ay boyunca ayaktan takip edilen poliklinik hastaları arasından dosya taraması şeklinde alınmıştır. Çalışmamız retrospektif olarak yapılmıştır. Çalışmaya alınan kişilere, klinik görüşme (SCID-I) ile DSM-IV’e göre Sosyal Anksiyete Bozukluğu tanısı almış 82 kişi dâhil edilmiştir. Çalışmamızda SAB ile BPB birlikteliği araştırılmış olup, depresif epizodların BPB eşlik eden hastalarda daha fazla olmak üzere çoğunlukla Atipik özellik taşıdığı saptanmıştır. SAB-BPB ve Atipik Depresyon ilişkisi ortaya konulmuş olup bu birlikteliğin sebepleri klinik değerlendirmedeki önemi tartışılmıştır.
Original Article
Executive functions in mood disorders
Turkish Title : Duygudurum bozukluklarında yürütücü işlevler
Eylem Özten
JNBS, 2019, 6(1), p:33-38
There are few studies comparing neurocognitive changes in mood disorders. In dysthymic disorder the severity of the disease is lower as compared to the major depressive disorder however, there are differences in cognitive processes due to the long duration of the disease. In this study, the effects of major depressive and dysthymic disorders on attention, memory, learning, and executive functions were compared. Forty-two patients with major depressive disorder and 42 patients with dysthymic disorder were included in the study. Two groups were taken in terms of age, gender and education level by group mapping. In the study Wisconsin CardSorting Test, Wechsler Memory Scale Improved Form, Number Sequence Learning Test, Marking Test, Line Direction Test, LondonTower Tests were conducted. The findings show that there are differences in major depressive disorder and dysthymic disorder group in terms of cognitive functions. The findings suggest that the duration of the disease has an impact on cognitive functions. Further studies are needed to investigate cognitive functions in disorders such as dysthymia with a chronic course.
Duygudurum bozukluklarında nörobilişsel değişiklikleri karşılaştıran az sayıda çalışma vardır. Distimik bozukluğun, majör depresifbozukluğa oranla hastalık şiddetinin az olması yanı sıra hastalık süresinin uzun olması nedeni ile bilişsel süreçlerde farklılıklar izlenebilmektedir. Bu çalışmada, majör depresif ve distimik bozukluğun dikkat, bellek, öğrenme, yürütücü işlevlere etkileri karşılaştırılmıştır. majör depresif bozukluk tanısı alan 42 hasta ve distimik bozukluk tanısı alan 42 hasta çalışma kapsamına alınmıştır. İki grup yaş, cinsiyet, eğitim seviyesi açısından grup eşleme yöntemi ile alınmıştır. Çalışmada Wisconsin Kart EşlemeTesti, Wechsler Bellek Ölçeği geliştirilmiş Formu, Sayı Dizisi Öğrenme Testi, İşaretleme Testi, Çizgi Yönünü Belirleme Testi,Londra Kulesi testleri yapılmıştır. Elde edilen bulgular bilişsel işlevler açısından majör depresif bozukluk ile distimik bozuklukgrubunda farklıklar olduğu yönündedir. Bulgular bilişsel işlevler üzerinde hastalığın süresinin etkisi olduğunu düşündürmektedir.Bu nedenle kronik seyir gösteren distimi gibi bozukluklarda bilişsel işlevlerin incelendiği daha çok çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Original Article
Sexual problems in women wıth major depression or anxiety disorder
Turkish Title : Majör depresyon veya anksiyete bozukluğu tanılı hadın hastalarda seksüel problemler
Tonguç Demir Berkol,Yusuf Ezel Yıldırım,Ava Şirin Tav,Hanife Yılmaz Çengel,İlker Özyıldırım
JNBS, 2019, 6(1), p:39-43
Although Sexual Dysfunction (SD) is included in classification systems as a diagnostic of its own, it may both be associated with other medical conditions and often accompany other psychiatric disorders. SD is more common in females than males and the decrease in sexual desire is the most common sexual problem in females. Major comorbid psychiatric disorders are major depression (MD) and anxiety disorders (AD). A total of 68 female patients admitted to the psychiatry clinic were included in the study. Of these, 24 were with MD and 44 patients with AD (7 OCD, 16 PD, 20 GAD, 1 SAD). The diagnosis was made by a psychiatrist using SCID-I / CV. All patients were non-medicated. After the diagnostic interviews, detailed interviews were conducted by the psychiatrist in order to evaluate the sexual function. Arizona Sexual Experiences Scale Female Form (ASEX) was performed to all patients, and our study was performed retrospectively with file screening. When the MD and AD patients were compared in terms of demographic and clinical characteristics, it was found that MD patients were significantly younger than the patients with AD in terms of age. All items of ASEX had statistical significance between the two groups. In our study, the most frequently observed sexual problem in patients with MD and AD was found to be a decrease in sexual desire and it seems to support the studies done in the past. Although sexual dysfunction is common in both groups, sexual life in MD patients is more negatively affected than AD patients.
Cinsel İşlev Bozuklukları (CİB) başlı başına bir tanı olarak sınıflandırma sistemlerinde yerini almakla birlikte hem başka tıbbi durumlara bağlı ortaya çıkabilmekte hem de sıklıkla diğer psikiyatrik hastalıklara eşlik edebilmektedir. CİB kadınlarda erkeklerden daha sık görülmekte olup, yurtdışında yapılan çalışmalarda cinsel istekte azalma kadınlarda en sık görülen cinsel sorundur. Ülkemizde ise batı toplumlarından farklı olarak vajinusmus ilk sırayı almaktadır. CİB’na sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklar arasında major depresyon (MD) ve anksiyete bozuklukları (AB) dikkati çekmektedir. Çalışmamıza psikiyatri polikliniğine gelen toplam 68 kadın hasta alındı. Bunların 24’ü MD’li ve AB 44 hastası (7 OKB, 16 PB, 20 YAB, 1 SAB) idi. Tanı SCID-I / CV kullanarak psikiyatrist tarafından konuldu. Bütün hastalar ilaçsızdı. Tanısal görüşmelerden sonra cinsel işlevin değerlendirilmesi için ek olarak psikiyatrist tarafından detaylı görüşmeler yapılmıştır. Tüm hastalara Arizona Cinsel Yaşantılar Ölçeği Kadın Formu (ASEX) testi yapıldı ve çalışmalarımız dosya tarama ile retrospektif olarak yapılmıştır. MD ve AB tanılı hastalar demografik ve kinik özellikleri olarak karşılaştırıldıklarında hasta yaşı açısından MD hastalarının, AB hastalarına göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha genç yaşta oldukları bulundu. ASEX’ in tüm maddeleri iki grup arasında istatistiksel anlamlılık içeriyordu. ASEX’in tüm maddeleri iki grup arasında istatistiksel anlamlılık içeriyordu. Çalışmamızda hem MD hem AB tanılı hastalarda en sık gözlenen cinsel sorun cinsel istekte azalma olarak bulunmuş olup geçmişte yapılan çalışmaları destekler görünümdedir. Cinsel disfonksiyon her iki grupta da sık olsa da, MD hastalarında cinsel yaşam AB hastalarına göre daha olumsuz etkilenmektedir
Original Article
Turkish Title : Agarofobili ve agarofobisiz panik bozukluğu hastalarının karşılaştırılması ve agarofobinin panik bozukluğu üzerine klinik etkisi
Tonguç Demir Berkol,Yusuf Ezel Yıldırım,Hanife Yılmaz Çengel,Ava Şirin Tav,Zengibar Özarslan,Habib Erensoy
JNBS, 2019, 6(1), p:44-48
Panic Disorder (PD) is an anxiety disorder characterized by spontaneous and unexpected panic attacks. Agoraphobia is the fear of being in a place or setting where escaping or receiving help may be difficult in case of a panic attack. Studies on the effect of the relationship between agoraphobia and PD on the disease process have shown that patients with PD accompanied by agoraphobia have earlier disease onset, more severe symptoms, a higher rate of comorbidity and chronicity, and a more negative prognosis in general. The purpose of this study was to compare sociodemographic and clinical characteristic of panic disorder patients with and without agoraphobia. The sample of the study consists of 100 patients who have applied to the psychiatry clinic of the Lutfi Kırdar Kartal Training and Research Hospital and who have been diagnosed with only PD or PD with agoraphobia by clinical interview (SCID-I) based on the DSM-IV. The sociodemographic data form, Clinical Global Impression Scale (CGIS), Global Assessment Scale (GAS), Beck Depression Inventory (BECK-D), Beck Anxiety Inventory (BECK-A), and Panic and Agoraphobia Scale were used for all patients. The incidence of agoraphobia accompanying PD was found to be 44% in our study. The PD with agoraphobia group had significantly worse results compared to the PD without agoraphobia group in terms of CGIS, GAS, and BECK-A scores. Also, the PD with agoraphobia group had a higher mean total PAS score and higher mean agoraphobic avoidance, anticipatory anxiety, disability, and functional avoidance (health concerns) sub-scale scores.
Panik Bozukluğu (PB) kendiliğinden ve beklenmedik panik nöbetleri ile giden bir anksiyete bozukluğudur. Panik ataklarının diğer hastalıklara eşlik etmesinin bu hastalıklardaki tedavi yanıtını olumsuz yönde etkilemekle beraber semptom şiddetini, komorbidite oranlarını ve intihar riskini arttırdığı da gösterilmiştir. Agorafobi, kaçınmanın güç olabileceği ya da panik nöbet halinde yardımın gelemeyebileceği yerler ya da durumlarda bulunmaktan korku duymaktır. Agorafobi ile PB ilişkisinin hastalık sürecine yönelik etkisi üzerine yapılan çalışmalarda Agorafobinin eşlik ettiği PB hastalarında hastalık başlangıç yaşının daha erken, epizodların daha uzun, belirtilerin daha şiddetli, eştanıların ve kronikliğin daha sık olduğu ve genel olarak prognozun daha olumsuz seyrettiği gösterilmiştir. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri polikliniğini ziyaret eden 100 hasta başta sadece PB veya agorafobili PB olarak tanı almıştır. Agorafobili olan PB grubunda KGİ, İGD, BECK-A puanları agorafobi olmadan PB grubundan anlamlı olarak daha olumsuz sonuçlar göstermekteydi. Buna karşılık iki grubun BECK-D puanları ise benzerdi. Ayrıca agorafobili olan grupta ortalama PAÖ toplam puanı ile panik atağı özellikleri, agorafobi/kaçınma davranışı, beklenti anksiyetesi, yeti yitimi ve sağlık konusunda endişe alt başlıkları puan ortalamaları da karşılaştırma grubuna göre daha yüksekti. Bizim çalışmamızda örneklem PB hastalarından oluşmakta olup PB’na eşlik eden Agorafobi sıklığı %44 olarak belirlenmiştir. Bu çalışmada agorafobi ile birlikte olan ve olmayan panik bozukluğu hastalarının sosyodemografik ve klinik özelliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Review Article
Impact of SCN1A gene mutations on hippocampal NaV1.1 sodium channels in Dravet Syndrome
Turkish Title : Dravet sendromunda SCN1A geni mutasyonlarının, hipokampüste Na V 1.1 sodyum kanalları üzerine etkisi
Hilal Doğangüneş,Belkis Atasever Arslan
JNBS, 2019, 6(1), p:49-53
Voltaj kapılı sodyum kanalları, nöronlar gibi uyarılabilir hücrelerde aksiyon potansiyelini oluşturan temel birimlerdir ve bu kanallar tipik olarak kanalın daha büyük merkezi gözeneklerini oluşturan bir alfa-alt biriminden, kanal fonksiyonlarını düzenleyen iki daha küçük yardımcı-alt-biriminden oluşan entegre olmuş zar proteinleridir. Nöronal voltaj kapılı sodyum iyonu kanalı tip 1 (NaV1.1) α-alt birimini kodlayan SCN1A genindeki genetik değişimler, Dravet sendromunda görülmektedir. Dravet sendromu, geleneksel tedavilerde sıklıkla dirençli olan çoklu nöbet tiplerine sahip epileptik ensefalopatidir. Epilepsiyle alakalı genler arasında SCN1A belki de en fazla sayıda hastalıkla ilişkili allellere sahip olduğu bilinmektedir. Dravet Sendromu mutasyonlarının birincil etkisinin GABAerjik inhibitör nöronların aktivitesini azaltması olduğunu düşünülmektedir. İnhibitör devrenin azalan aktivitesi, Dravet Sendromu hastalarında nöbet oluşumuna katkıda bulunan önemli bir faktör olabilir ve SCN1A mutasyonlarının genel bir sonucu olabilir.
Review Article
Turkish Title : Aksonal transportu etkileyen sinyal yolakları üzerinden alzheimer patolojisine katılması muhtemel olan mikroRNA’lar
Tugce Uzunoglu,Belkis Atasever Arslan
JNBS, 2019, 6(1), p:54-61
Alzheimer's disease is a sneaky-onset and progressive neurodegenerative disease characterized by the accumulation of senile plaques formed by amyloid β (Aβ) accumulated in the extracellular environment and intracellular hyperphosphorylated tau proteins characterized by progressive functional disorders and deaths of neurons. Recent studies suggest that the underlying cause of neurodegeneration may be disorders in axonal transport mechanisms. Axonal transport is a dynamic system required for neurons to communicate with each other, to fulfill neuronal functions and to survive. It performs these functions by transporting proteins, organelles, neurotrophic factors and neurotransmitter vesicles throughout the neuron. This system is protected and maintained by a large signal path that contains many proteins. However, by participating in the post-transcriptional regulation of many molecular mechanisms in the body, miRNAs that play a role in many other diseases, such as diseases based on the immune system, cancer and neurodegenerative diseases, can alter the expression of proteins in this signal pathway, leading to tau hyperphosphorylation, impaired axonal transport and hence Alzheimer's disease. In this review study, 12 strains of microRNAs such as miR-133, miR-224, miR-155, miR-34a, miR-125b, miR-9, miR-124, miR29-a/b/c, miR-10b and miR-132 have been investigated for their ability to participate in signaling pathways that play a role in axonal transport and their ability to participate Alzheimer pathology by causing tau hyperphosphorylation.
Alzheimer hastalığı, nöronların ilerleyici fonksiyonel bozuklukları ve ölümleriyle karakterize edilen, ekstrasellüler (nöronlar arası) ortamda biriken amiloid β (Aβ)’ların oluşturduğu senil plaklar ile intrasellüler alanda (nöron içi) hiperfosforilasyona uğramış tau proteinlerinin birikmesiyle oluştuğu bilinen, sinsi başlangıçlı ve ilerleyici bir nörodejeneratif hastalıktır. Son dönemde yapılan çalışmalar nöronal fonksiyonların bozulması ve nöronlar arasındaki iletişimin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan nörodejenerasyonun temel nedeninin fonksiyonu bozulmuş aksonal transport olabileceğini öne sürmektedir. Aksonal transport nöronların birbirleriyle iletişimlerini sürdürebilmesi, nöronal fonksiyonlarını yerine getirebilmesi ve hayatta kalabilmeleri için gerekli olan; protein, organel, nörotrofik faktör ve nörotransmitter veziküllerinin taşınmasını sağlayan dinamik bir sistemdir. Bu sistem, içine birçok proteinin dahil olduğu büyük bir sinyal yolağı tarafından korunmakta ve devamlılığı sağlanmaktadır. Fakat vücutta birçok moleküler mekanizmanın post-transkripsiyonel düzenlenmesine katılarak immun sisteme dayanan hastalıklar, kanser ve nörodejeneratif hastalıklar gibi daha birçok hastalıkta rol oynayan miRNA’lar bu sinyal yolağındaki proteinlerin de ekspresyonlarını değiştirerek tau hiperfosforilasyonuna, aksonal transportun bozulmasına ve dolayısıyla Alzheimer hastalığına neden oluyor olabilmektedirler. Bu derleme çalışmasında miR-133, miR-224, miR-155, miR-34a, miR-125b, miR-9, miR-124, miR29-a/b/c, miR-10b ve miR-132 olmak üzere incelenen 12 miRNA’nın aksonal transportta rol oynayan sinyal yolaklarına katılıp tau hiperfosforilasyonuna ve aksonal transport bozulmasına sebep olarak Alzheimer patolojisine katılma ve biyomarker olarak kullanılabilme potansiyelleri incelenmiştir.
ISSN (Print) | 2149-1909 |
ISSN (Online) | 2148-4325 |
2020 Ağustos ayından itibaren yalnızca İngilizce yayın kabul edilmektedir.