JNBS
Üsküdar Üniversitesi

ARTICLES

Original Article

Investigation of bipolar disorder prevalence in the first degree relatives of cases with manic switch during an antidepressant treatment

Turkish Title : Antidepresan tedavi sırasında ortaya çıkan mani vakalarının birinci dereceden akrabalarında bipolar bozukluk sıklığının araştırılması

Oğuz Tan
JNBS, 2019, 6(1), p:1-5

DOI : 10.5455/JNBS.1540900897

It is argued that those patients who switch to mania under antidepressant therapy are prone to bipolar disorder and that there is a category of mood disorders called as “bipolar III”. If clinical relevance of this category that is not included in official nosologies testified, the diagnostic and therapeutic approach to mood disorders may change. To test this hypothesis, we screened for bipolar I disorder among 138 first-degree relatives of 24 patients who had switched to mania under antidepressant therapy because of unipolar depression and then compared this figure with that among 135 first-degree relatives of 24 patients having documented bipolar I disorder. Regarding the frequency of bipolar I disorder within the family, we found no significant difference between the case and the control groups. The fact that the family history regarding bipolar I disorder among those who switched to mania under antidepressant therapy did not differ significantly from that among the control subjects suggest a genetic susceptibility to bipolarity among the cases. Our findings verify the concepts of “soft bipolarity” and “bipolar III.

Antidepresan kullanırken maniye giren hastaların bipolar bozukluğa yatkınlık taşıyan kişiler oldukları savunulmakta, “bipolar III”olarak adlandırılan bir duygudurumu bozukluğu kategorisinin varlığından söz edilmektedir. Tanı sınıflama sistemlerine girmemişbu kategorinin klinik geçerliliğinin kanıtlanması, duygudurumu bozukluklarına tanı ve tedavi yaklaşımını etkileyebilir. Bu hipotezisınamak amacıyla ünipolar depresyon nedeniyle antidepresan kullanırken maniye giren 24 vakanın 138 birinci dereceden akrabasındave bipolar I bozukluğu olduğu belgelenmiş 24 kontrol deneğinin 135 birinci dereceden akrabasında bipolar I bozukluğu görülme sıklığıkarşılaştırıldı. Vaka ve kontrol grupları arasında ailevi yüklülük açısından anlamlı farklılık bulunmadı. Antidepresan kullanırkenmaniye giren unipolar depresyon hastalarının ailelerinde bipolar bozukluk sıklığının kontrollerden anlamlı farklılık göstermemesi, bukişilerde bipolariteye genetik yatkınlık bulunduğunu desteklemektedir. Bulgularımız “yumuşak bipolarite” ve “bipolar III” kavramlarınıdoğrulamaktadır.


Original Article

Autistic symptoms in children with attention deficit hyperactivity disorder

Turkish Title : Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan çocuklarda otistik belirtiler

Esra Kaya-Bozkurt,Mustafa Celik,Aysun Kalenderoglu,Ali Kustepe,Mehmet Hamdi Orum,Sukru Uguz
JNBS, 2019, 6(1), p:6-11

DOI : 10.5455/JNBS.1541518052

The aim of this study is to detect the prevalence of autistic symptoms of children with attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) using Autism Behavior Checklist (ABC). The sample of this study included 51 children (42 males, 9 females) at 8-18 ages diagnosed with ADHD in psychiatry and child psychiatry clinics of University Research and Education Hospital between 01/03/2016 - 31/05/2016 and 58 controls (48 males, 10 females) without ADHD with similar age, sex, and education features. Results showed higher results for children with ADHD in total ABC scale and all of its 5 subscales than children without ADHD  (p<0.001).  The rate of ADHD diagnosis in first degree relatives of children with ADHD was significantly higher than relatives of the control group (p<0.001). Another finding of the study was lower employment rate in the mothers of the ADHD children compared with the mothers of the control children (p=0.023). The most important finding of this study was that in the patient group, the score of the ABC scale and the score of each subscale were significantly higher than the control group. This conclusion suggests that children with ADHD may have symptoms that may disrupt social functions such as communication problems. It also points out that children with ADHD should be addressed in this respect too.

Bu  çalışmanın  amacı,  Dikkat  Eksikliği  Hiperaktivite  Bozukluğu  (DEHB)  olan  çocuklarda  otistik  belirtilerin  yaygınlığının  Otizm Davranış Kontrol Listesi (ABC) ile araştırılmasıdır. Araştırmanın örneklemini, Üniversitemiz Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri ve  çocuk  psikiyatri  polikliniğine  01/03/2016-  31/05/2016  tarihleri  arasında  başvuran  8-18  yaş  aralığındaki  DEHB  tanısı  almış  42 erkek, 9 kız olmak üzere 51 kişi ve yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi bakımından benzer olan, DEHB olmayan 48 erkek, 10 kız olmak üzere 58 kişi oluşturmaktadır. Elde edilen bulgularda DEHB’li bireylerin ABC ölçeğinden almış oldukları toplam ölçek puanı ve alt ölçek puanları DEHB’li olmayan bireylere kıyasla daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). DEHB’li bireylerin birinci derece akrabalarında DEHB görülme olasılığı kontrollere kıyasla daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). Elde edilen başka bir bulgu ise; çalışmamıza dâhil edilen DEHB’li çocukların annelerinin kontrol grubu annelerine kıyasla daha az çalıştığı tespit edilmiştir (p=0.023). Bu çalışmanın en önemli bulgusu hasta grubunda ABC ölçeğinin toplam puanı ve alt ölçeklerin her birinin puanının kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek çıkmasıdır. Bu sonuç, DEHB’li çocuklarda iletişim sorunları gibi sosyal işlevleri bozabilecek belirtiler olabileceğini düşündürmektedir. DEHB’li çocukların bu açıdan da ele alınması gerektiğine işaret etmektedir.


Original Article

The experimental effects of acute exercise intensity on episodic memory and working memory function

Turkish Title : Akut egzersiz yoğunluğunun epizodik bellek ve çalışma belleği işlevi üzerindeki deneysel etkileri

Tillman Brianna,Loprinzi Paul D.
JNBS, 2019, 6(1), p:12-20

DOI : 10.5455/JNBS.1548862320

The purpose of this study was to evaluate the potential intensity-dependent effects of acute exercise on episodic memory and working memory capacity. A counterbalanced, randomized controlled, within-subject design was employed (N=20; Mage=20.8 yrs). The three counterbalanced visits included a control visit, moderate-intensity exercise (40% of HRR) and high-intensity exercise (70% of HRR). Episodic memory was assessed from a word-list task, including an immediate and delayed (20-min delay) assessment. Working memory capacity was assessed from the Brown-Peterson task. Immediate episodic memory recall was similar across the three conditions (8.5-8.7 words). However, for the 20-min delay period, the high-intensity exercise condition had a higher word recall score than the two other conditions (5.7 vs. 4.9). For the working memory task, there was a statistically significant main effect for condition (F=4.3, P=0.02, η2p=0.18), main effect for delay period (F=30.6, P<0.001, η2p=0.61), and condition x delay period interaction effect (F=2.97, P=0.01, η2p=0.14); the high-intensity exercise condition was optimal in enhancing working memory capacity. In conclusion, we provide evidence that acute high-intensity aerobic exercise is optimally associated with working memory capacity, with suggestive evidence that it is also more optimally associated with episodic memory function.

Bu çalışmanın amacı akut egzersizin epizodik bellek ve işleyen bellek üzerindeki yoğunluk bağımlı etkisini incelemektir. Bu amaçla eşleştirilmiş, sırası dengelenmiş, rastgele kontrollü bir araştırma dizaynı oluşturulmuştur (N=20; Mage=20.8 yıl). Bu 3 adet sırası dengelenmiş değerlendirmeler, kontrol ziyareti, orta yoğunlukta egzersiz (40% of HRR) ve yüksek yoğunluklu egzersizdir (70% ofHRR). Epizodik bellek bir kelime listesi üzerinden anlık ve beklenmiş değerlendirme ile test edilmiştir. İşleyen bellek ise Brown-Peterson testi ile değerlendirilmiştir. Sonuçlarda anlık epizodik bellek geri çağırma süreçleri üç durum arasında benzerlik arz etmektedir (8.5-8.7 kelime). Ancak, 20 dakika sonraki uzamış dönemde yüksek yoğunluklu egzersiz durumunun diğer iki duruma kıyasla daha yüksek seviyede kelime geri çağırma ile sonlandığı tespit edilmiştir (5.7 vs. 4.9 kelime). İşleyen bellek testi ise, anaetki için durumlar arasında anlamlı ilişki bulunmuş (F=4.3, P=0.02, η2p=0.18), beklemenin ana etkisi anlamlı (F=30.6, P<0.001,η2p =0.61), ve durum X bekleme süreleri ilişkisinin yine anlamlı olduğu bulunmuştur (F=2.97, P=0.01, η2p=0.14); buna göre yüksek yoğunluklu egzersiz işleyen bellek kapasitesini arttırmakta en uygun durum olarak saptanmıştır. Sonuç olarak, bu çalışma akutyüksek yoğunluklu egzersizin işleyen bellek ve epizodik bellek kapasitesini optimize etmekte başarılı olduğu gösterilmiştir.


Original Article

The evaluation of caregiver burden of elderly psychiatric patients

Turkish Title : Yaşlı psikiyatrik hastalara bakım verenlerin yükünün değerlendirilmesi

Murat Eren Özen,Mehmet Bertan Yılmaz
JNBS, 2019, 6(1), p:21-27

DOI : 10.5455/JNBS.1548016538

The number of studies evaluating caregivers in the elderly psychiatric population is insufficient. This study aims to determine the caregiver burden and related factors in elderly psychiatric patients’  caregivers.  This is a descriptive cross-sectional study.  The study was carried out on caregivers who applied to Private Adana Hospital psychiatry clinic. The study included 230 caregivers of psychiatric elderly patients (≥60  years).  Demographics questionnaire form (for  the elderly and caregivers) and the Zarit  Burden  Interview  were used to collect data.  Independent t-test, analysis of variance  (ANOVA)  and  Scheffe  post-hoc test were used for statistical analysis. Caregivers’ burden had a meaningful association with the type of psychiatric disorder in elder patients (p=0.005). Post-hoc test showed caregivers’ burden was higher in caring for schizophrenic patients and then obsessive-compulsive, bipolar disorder,  depression,  and anxiety disorders,  respectively.  The results denoted that caregiving hours per week  (p=0.003) and additional psychiatric patients number in the family (p=0.004) had an association with caregiving burden. Results showed that greater caregiving hours/week was associated with a higher caregiving burden. It is seen that caregiving hours, type of the patient’s mental illness and presence of an additional psychiatric patient in a family increases the burden of the caregiver. Caregivers’ high care burden can overshadow the quality of care the psychiatric elderly patients and expose the caregivers’ psychological health to danger.

Yaşlı psikiyatrik popülasyondaki bakıcıları değerlendiren çalışmaların sayısı yetersizdir. Bu çalışma yaşlı psikiyatri hastalarının bakım verenlerinde bakıcı yükünü ve ilişkili faktörleri belirlemeyi amaçlamaktadır. Tanımlayıcı kesitsel bir çalışmadır. Çalışma, Özel Adana Hastanesi psikiyatri polkliniğine ayaktan başvuran psikiyatrik yaşlı hastalara (≥60yaş) bakım veren 230 kişi üzerinde yapıldı.  Demografik  anket  formu  (yaşlılar  ve  bakım  verenler  için)  ve  Zarit  Bakım  Yükü  Ölçeği  verileri  toplamak  için  kullanıldı. İstatistiksel  analiz  için  bağımsız  t-testi,  varyans  Analizi  (ANOVA)  ve  Scheffe  post-hoc  testleri  kullanıldı.  Bakım  verenlerin  yükü, yaşlı hastalarda psikiyatrik bozukluk tipi ile anlamlı bir ilişki göstermiştir (p=0.005). Post-hoc testi bakıcıların yükünün şizofreni hastalarına bakım yapmada sırasıyla obsesif-kompulsif, bipolar bozukluk, depresyon ve anksiyete bozukluklarından daha yüksek olduğunu göstermiştir. Sonuçlar, saatte/haftada saat verilen bakımın (p=0.003) ve ailedeki ek psikiyatrik hasta sayısının (p=0.004) bakım yükü ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Bakım saatlerinin, hastanın ruhsal hastalık türü ve ailede ek bir psikiyatri hastasının varlığının bakıcının yükünü arttırdığı görülmektedir. Bakım verenlerin yüksek bakım yükü, psikiyatrik yaşlı hastaların bakım kalitesini düşürebilir ve bakıcıların psikolojik sağlığını tehlikeye maruz bırakabilir. Bu nedenle, yükü azaltmak ve hastaların aileleri gibi gayri resmi bakıcılar tarafından uzun vadeli bakım kalitesini artırmak için toplum odaklı müdahalelerin gerekli olduğu görülmektedir.


Original Article

Can comorbid bipolar disorder be associated with atypical depression in patients with social anxiety disorder ?

Turkish Title : Sosyal anksiyete bozukluğu hastalarında bipolar bozukluk ektanısı atipik depresyon ile ilişkili olabilir mi?

Ava Şirin Tav,Tonguç Demir Berkol,Yusuf Ezel Yıldırım,Hanife Yılmaz,Zengibar Özarslan,Habib Erensoy
JNBS, 2019, 6(1), p:28-32

DOI : 10.5455/JNBS.1540228690

Social anxiety disorder (SAD) is one of the most common psychiatric disorders and frequently co-exists with other psychiatric conditions, primarily with mood disorders. MD is the most common psychiatric comorbidity in patients with SAD, and the association of anxiety disorders and bipolar disorder with atypical depression, which is included in diagnostic guidelines for MD as a subgroup, has been well established. The present study aims to determine if SAD patients with comorbid atypical depression or bipolar disorder show differences in terms of symptomatology and disease course compared to SAD patients without bipolar disorder. We hypothesize that social phobia patients may have subgroups within themselves and the processes of these subgroups may be different from those of known SAD patients. In this study a retrospective chart review was performed for patients who had applied to the Psychiatry Outpatient Unit, Kartal Research and Training Hospital, during a 7-month period in 2018. The study had a retrospective design. A total of 82 patients diagnosed with Social Anxiety Disorder based on a SCID-I interview for DSM-IV were included in the study. Of the 82 SAD patients, 16 patients (19.5%) had also co-existing BPD. All SAD patients with comorbid BPD had at least one major depressive episode history, while 15 (93.7%) SAD patients with comorbid BPD exhibited atypical features in at least one episode. Thus, we identified an association between SAD/BPD and atypical depression and discussed the importance of this co-occurrence in terms of clinical evaluation.

Sosyal Anksiyete Bozukluğu (SAB) en yaygın görülen psikiyatrik rahatsızlıklardan biri olup başta duygudurum bozuklukları olmak üzere diğer psikiyatrik hastalıklarla ile sıklıkla birlikte görülmektedir. SAB olan kişilerde Major Depresyon (MD) görülme sıklığının yüksek olması her iki hastalığa bağlı antidepresan kullanımına yaygınlığına sebep olmaktadır. SAB’na en sık eşlik eden psikiyatrik rahatsızlık  olan  MD  tanı  kılavuzlarında  bir  alt  grubu  olarak  belirlenen  Atipik  Depresyonun  daha  önceki  çalışmalarda  Anksiyete Bozuklukları ve Bipolar Bozukluk (BPB) ile olan ilişkisi ortaya konulmuştur. Atipik Depresyonun SAB ile de komorbid olarak daha sık görüldüğünü belirten yayınlar olmakla birlikte bu birlikteliğin Atipik Depresyonun tanı kriterlerinden olan “başkaları tarafından kabul  görmemeye  duyarlılık”ın  SAB’ndaki  psikopatolojinin  temelinde  de  yer  almasının  rol  oynadığı  düşünülmektedir.  SAB’na komorbid olarak BPB sıklığındaki yükseklik hastalık seyri ve tedavi düzenlenmesi açısından daha dikkatli olmayı gerektirmektedir. Bu çalışmaya alınan kişiler; Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne 2018 yılı içinde, 7 ay boyunca ayaktan takip edilen poliklinik hastaları arasından dosya taraması şeklinde alınmıştır. Çalışmamız retrospektif olarak yapılmıştır. Çalışmaya alınan  kişilere,  klinik  görüşme  (SCID-I)  ile  DSM-IV’e  göre  Sosyal  Anksiyete  Bozukluğu  tanısı  almış  82  kişi  dâhil  edilmiştir. Çalışmamızda  SAB  ile  BPB  birlikteliği  araştırılmış  olup,  depresif  epizodların  BPB  eşlik  eden  hastalarda  daha  fazla  olmak  üzere çoğunlukla Atipik özellik taşıdığı saptanmıştır. SAB-BPB ve Atipik Depresyon ilişkisi ortaya konulmuş olup bu birlikteliğin sebepleri klinik değerlendirmedeki önemi tartışılmıştır.


Original Article

Executive functions in mood disorders

Turkish Title : Duygudurum bozukluklarında yürütücü işlevler

Eylem Özten
JNBS, 2019, 6(1), p:33-38

DOI : 10.5455/JNBS.1540400253

There are few studies comparing neurocognitive changes in mood disorders. In dysthymic disorder the severity of the disease is lower as compared to the major depressive disorder however, there are differences in cognitive processes due to the long duration of the disease. In this study, the effects of major depressive and dysthymic disorders on attention, memory, learning, and executive functions were compared. Forty-two patients with major depressive disorder and 42 patients with dysthymic disorder were included in the study. Two groups were taken in terms of age, gender and education level by group mapping. In the study Wisconsin CardSorting Test, Wechsler Memory Scale Improved Form, Number Sequence Learning Test, Marking Test, Line Direction Test, LondonTower Tests were conducted. The findings show that there are differences in major depressive disorder and dysthymic disorder group in terms of cognitive functions. The findings suggest that the duration of the disease has an impact on cognitive functions. Further studies are needed to investigate cognitive functions in disorders such as dysthymia with a chronic course.

Duygudurum bozukluklarında nörobilişsel değişiklikleri karşılaştıran az sayıda çalışma vardır. Distimik bozukluğun, majör depresifbozukluğa oranla hastalık şiddetinin az olması yanı sıra hastalık süresinin uzun olması nedeni ile bilişsel süreçlerde farklılıklar izlenebilmektedir. Bu çalışmada, majör depresif ve distimik bozukluğun dikkat, bellek, öğrenme, yürütücü işlevlere etkileri karşılaştırılmıştır. majör depresif bozukluk tanısı alan 42 hasta ve distimik bozukluk tanısı alan 42 hasta çalışma kapsamına alınmıştır. İki grup yaş, cinsiyet, eğitim seviyesi açısından grup eşleme yöntemi ile alınmıştır. Çalışmada Wisconsin Kart EşlemeTesti, Wechsler Bellek Ölçeği geliştirilmiş Formu, Sayı Dizisi Öğrenme Testi, İşaretleme Testi, Çizgi Yönünü Belirleme Testi,Londra Kulesi testleri yapılmıştır. Elde edilen bulgular bilişsel işlevler açısından majör depresif bozukluk ile distimik bozuklukgrubunda farklıklar olduğu yönündedir. Bulgular bilişsel işlevler üzerinde hastalığın süresinin etkisi olduğunu düşündürmektedir.Bu nedenle kronik seyir gösteren distimi gibi bozukluklarda bilişsel işlevlerin incelendiği daha çok çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.


Original Article

Sexual problems in women wıth major depression or anxiety disorder

Turkish Title : Majör depresyon veya anksiyete bozukluğu tanılı hadın hastalarda seksüel problemler

Tonguç Demir Berkol,Yusuf Ezel Yıldırım,Ava Şirin Tav,Hanife Yılmaz Çengel,İlker Özyıldırım
JNBS, 2019, 6(1), p:39-43

DOI : 10.5455/JNBS.1542900471

Although Sexual Dysfunction (SD) is included in classification systems as a diagnostic of its own, it may both be associated with other medical conditions and often accompany other psychiatric disorders. SD is more common in females than males and the decrease in sexual desire is the most common sexual problem in females. Major comorbid psychiatric disorders are major depression (MD) and anxiety disorders (AD). A total of 68 female patients admitted to the psychiatry clinic were included in the study. Of these, 24 were with MD and 44 patients with AD (7 OCD, 16 PD, 20 GAD, 1 SAD). The diagnosis was made by a psychiatrist using SCID-I / CV. All patients were non-medicated. After the diagnostic interviews, detailed interviews were conducted by the psychiatrist in order to evaluate the sexual function. Arizona Sexual Experiences Scale Female Form (ASEX) was performed to all patients, and our study was performed retrospectively with file screening. When the MD and AD patients were compared in terms of demographic and clinical characteristics, it was found that MD patients were significantly younger than the patients with AD in terms of age. All items of ASEX had statistical significance between the two groups. In our study, the most frequently observed sexual problem in patients with MD and AD was found to be a decrease in sexual desire and it seems to support the studies done in the past. Although sexual dysfunction is common in both groups, sexual life in MD patients is more negatively affected than AD patients.

Cinsel  İşlev  Bozuklukları  (CİB)  başlı  başına  bir  tanı  olarak  sınıflandırma  sistemlerinde  yerini  almakla  birlikte  hem  başka tıbbi durumlara bağlı ortaya çıkabilmekte hem de sıklıkla diğer psikiyatrik hastalıklara eşlik edebilmektedir. CİB kadınlarda erkeklerden  daha  sık  görülmekte  olup,  yurtdışında  yapılan  çalışmalarda  cinsel  istekte  azalma  kadınlarda  en  sık  görülen cinsel  sorundur.  Ülkemizde  ise  batı  toplumlarından  farklı  olarak  vajinusmus  ilk  sırayı  almaktadır.  CİB’na  sık  eşlik  eden psikiyatrik  bozukluklar  arasında  major  depresyon  (MD)  ve  anksiyete  bozuklukları  (AB)  dikkati  çekmektedir.  Çalışmamıza psikiyatri polikliniğine gelen toplam 68 kadın hasta alındı. Bunların 24’ü MD’li ve AB 44 hastası (7 OKB, 16 PB, 20 YAB, 1 SAB) idi. Tanı SCID-I / CV kullanarak psikiyatrist tarafından konuldu. Bütün hastalar ilaçsızdı. Tanısal görüşmelerden sonra cinsel işlevin değerlendirilmesi için ek olarak psikiyatrist tarafından detaylı görüşmeler yapılmıştır. Tüm hastalara Arizona Cinsel Yaşantılar Ölçeği Kadın Formu (ASEX) testi yapıldı ve çalışmalarımız dosya tarama ile retrospektif olarak yapılmıştır. MD ve AB tanılı hastalar demografik ve kinik özellikleri olarak karşılaştırıldıklarında hasta yaşı açısından MD hastalarının, AB hastalarına göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha genç yaşta oldukları bulundu. ASEX’ in tüm maddeleri iki grup arasında  istatistiksel  anlamlılık  içeriyordu.  ASEX’in  tüm  maddeleri  iki  grup  arasında  istatistiksel  anlamlılık  içeriyordu. Çalışmamızda hem MD hem AB tanılı hastalarda en sık gözlenen cinsel sorun cinsel istekte azalma olarak bulunmuş olup geçmişte  yapılan  çalışmaları  destekler  görünümdedir.  Cinsel  disfonksiyon  her  iki  grupta  da  sık  olsa  da,  MD  hastalarında cinsel yaşam AB hastalarına göre daha olumsuz etkilenmektedir


Original Article

Comparison of patients with and without agoraphobia panic disorder and the clinical effect of agoraphobia on panic disorder

Turkish Title : Agarofobili ve agarofobisiz panik bozukluğu hastalarının karşılaştırılması ve agarofobinin panik bozukluğu üzerine klinik etkisi

Tonguç Demir Berkol,Yusuf Ezel Yıldırım,Hanife Yılmaz Çengel,Ava Şirin Tav,Zengibar Özarslan,Habib Erensoy
JNBS, 2019, 6(1), p:44-48

DOI : 10.5455/JNBS.1539805557

Panic Disorder (PD) is an anxiety disorder characterized by spontaneous and unexpected panic attacks. Agoraphobia is the fear of being in a place or setting where escaping or receiving help may be difficult in case of a panic attack. Studies on the effect of the relationship between agoraphobia and PD on the disease process have shown that patients with PD accompanied by agoraphobia have earlier disease onset, more severe symptoms, a higher rate of comorbidity and chronicity, and a more negative prognosis in general. The purpose of this study was to compare sociodemographic and clinical characteristic of panic disorder patients with and without agoraphobia. The sample of the study consists of 100 patients who have applied to the psychiatry clinic of the Lutfi Kırdar Kartal Training and Research Hospital and who have been diagnosed with only PD or PD with agoraphobia by clinical interview (SCID-I) based on the DSM-IV. The sociodemographic data form, Clinical Global Impression Scale (CGIS), Global Assessment Scale (GAS), Beck Depression Inventory (BECK-D), Beck Anxiety Inventory (BECK-A), and Panic and Agoraphobia Scale were used for all patients. The incidence of agoraphobia accompanying PD was found to be 44% in our study. The PD with agoraphobia group had significantly worse results compared to the PD without agoraphobia group in terms of CGIS, GAS, and BECK-A scores. Also, the PD with agoraphobia group had a higher mean total PAS score and higher mean agoraphobic avoidance, anticipatory anxiety, disability, and functional avoidance (health concerns) sub-scale scores.

Panik  Bozukluğu  (PB)  kendiliğinden  ve  beklenmedik  panik  nöbetleri  ile  giden  bir  anksiyete  bozukluğudur.  Panik  ataklarının diğer  hastalıklara  eşlik  etmesinin  bu  hastalıklardaki  tedavi  yanıtını  olumsuz  yönde  etkilemekle  beraber  semptom  şiddetini, komorbidite oranlarını ve intihar riskini arttırdığı da gösterilmiştir. Agorafobi, kaçınmanın güç olabileceği ya da panik nöbet halinde yardımın gelemeyebileceği yerler ya da durumlarda bulunmaktan korku duymaktır. Agorafobi ile PB ilişkisinin hastalık sürecine yönelik etkisi üzerine yapılan çalışmalarda Agorafobinin eşlik ettiği PB hastalarında hastalık başlangıç yaşının daha erken, epizodların daha uzun, belirtilerin daha şiddetli, eştanıların ve kronikliğin daha sık olduğu ve genel olarak prognozun daha  olumsuz  seyrettiği  gösterilmiştir.  Lütfi  Kırdar  Kartal  Eğitim  ve  Araştırma  Hastanesi  psikiyatri  polikliniğini  ziyaret  eden 100 hasta başta sadece PB veya agorafobili PB olarak tanı almıştır. Agorafobili olan PB grubunda KGİ, İGD, BECK-A puanları agorafobi  olmadan  PB  grubundan  anlamlı  olarak  daha  olumsuz  sonuçlar  göstermekteydi.  Buna  karşılık  iki  grubun  BECK-D puanları ise benzerdi. Ayrıca agorafobili olan grupta ortalama PAÖ toplam puanı ile panik atağı özellikleri, agorafobi/kaçınma davranışı, beklenti anksiyetesi, yeti yitimi ve sağlık konusunda endişe alt başlıkları puan ortalamaları da karşılaştırma grubuna göre  daha  yüksekti.  Bizim  çalışmamızda  örneklem  PB  hastalarından  oluşmakta  olup  PB’na  eşlik  eden  Agorafobi  sıklığı  %44 olarak  belirlenmiştir.  Bu  çalışmada  agorafobi  ile  birlikte  olan  ve  olmayan  panik  bozukluğu  hastalarının  sosyodemografik  ve klinik özelliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.


Review Article

Impact of SCN1A gene mutations on hippocampal NaV1.1 sodium channels in Dravet Syndrome

Turkish Title : Dravet sendromunda SCN1A geni mutasyonlarının, hipokampüste Na V 1.1 sodyum kanalları üzerine etkisi

Hilal Doğangüneş,Belkis Atasever Arslan
JNBS, 2019, 6(1), p:49-53

DOI : 10.5455/JNBS.1530181585

Voltage gated sodium channels are the basic units of action potential in excitable cells such as neurons and these channels are typically integrated membrane proteins consisting of two smaller auxiliary subunits that regulate channel functions and from an alpha-subunit that comprise the larger central pores of the channel. Genetic changes in the SCN1A gene encoding the neuronal voltage-gated sodium ion channel type 1 (Na V 1.1) α-subunit are seen in Dravet syndrome. Dravet syndrome is an epileptic encephalopathy with multiple types of seizures that are often resistant to conventional therapies. Among genes related to epilepsy, SCN1A is known to have perhaps the largest number of allelles associated with the disease. The primary effect of Dravet Syndrome mutations is thought to be to reduce the activity of GABAergic inhibitor neurons. Decreased activity of the inhibitor cycle may be an important contributing factor to seizure formation in Dravet Syndrome patients and may be a general consequence of SCN1A mutations.

Voltaj kapılı sodyum kanalları, nöronlar gibi uyarılabilir hücrelerde aksiyon potansiyelini oluşturan temel birimlerdir ve bu kanallar tipik olarak kanalın daha büyük merkezi gözeneklerini oluşturan bir alfa-alt biriminden, kanal fonksiyonlarını düzenleyen iki daha küçük yardımcı-alt-biriminden oluşan  entegre olmuş zar proteinleridir. Nöronal voltaj kapılı sodyum iyonu kanalı tip 1 (NaV1.1) α-alt birimini kodlayan SCN1A genindeki genetik değişimler, Dravet sendromunda görülmektedir. Dravet sendromu, geleneksel tedavilerde sıklıkla dirençli olan çoklu nöbet tiplerine sahip epileptik ensefalopatidir. Epilepsiyle alakalı genler arasında SCN1A belki de en fazla sayıda hastalıkla ilişkili allellere sahip olduğu bilinmektedir. Dravet Sendromu mutasyonlarının birincil etkisinin GABAerjik inhibitör nöronların aktivitesini azaltması olduğunu düşünülmektedir. İnhibitör devrenin azalan aktivitesi, Dravet Sendromu hastalarında nöbet oluşumuna katkıda bulunan önemli bir faktör olabilir ve SCN1A mutasyonlarının genel bir sonucu olabilir.


Review Article

Possible microRNAs participating in alzheimer's pathology via signaling pathways affecting axonal transport

Turkish Title : Aksonal transportu etkileyen sinyal yolakları üzerinden alzheimer patolojisine katılması muhtemel olan mikroRNA’lar

Tugce Uzunoglu,Belkis Atasever Arslan
JNBS, 2019, 6(1), p:54-61

DOI : 10.5455/JNBS.1530393578

Alzheimer's disease is a sneaky-onset and progressive neurodegenerative disease characterized by the accumulation of senile plaques formed by amyloid β (Aβ) accumulated in the extracellular environment and intracellular hyperphosphorylated tau proteins characterized by progressive functional disorders and deaths of neurons. Recent studies suggest that the underlying cause of neurodegeneration may be disorders in axonal transport mechanisms. Axonal transport is a dynamic system required for neurons to communicate with each other, to fulfill neuronal functions and to survive. It performs these functions by transporting proteins, organelles, neurotrophic factors and neurotransmitter vesicles throughout the neuron. This system is protected and maintained by a large signal path that contains many proteins. However, by participating in the post-transcriptional regulation of many molecular mechanisms in the body, miRNAs that play a role in many other diseases, such as diseases based on the immune system, cancer and neurodegenerative diseases, can alter the expression of proteins in this signal pathway, leading to tau hyperphosphorylation, impaired axonal transport and hence Alzheimer's disease. In this review study, 12 strains of microRNAs such as miR-133, miR-224, miR-155, miR-34a, miR-125b, miR-9, miR-124, miR29-a/b/c, miR-10b and miR-132 have been investigated for their ability to participate in signaling pathways that play a role in axonal transport and their ability to participate Alzheimer pathology by causing tau hyperphosphorylation.

Alzheimer hastalığı, nöronların ilerleyici fonksiyonel bozuklukları ve ölümleriyle karakterize edilen, ekstrasellüler (nöronlar arası) ortamda  biriken  amiloid  β  (Aβ)’ların  oluşturduğu  senil  plaklar  ile  intrasellüler  alanda  (nöron  içi)  hiperfosforilasyona  uğramış  tau  proteinlerinin  birikmesiyle  oluştuğu  bilinen,  sinsi  başlangıçlı  ve  ilerleyici  bir  nörodejeneratif  hastalıktır.  Son  dönemde  yapılan  çalışmalar  nöronal  fonksiyonların  bozulması  ve  nöronlar  arasındaki  iletişimin  zayıflaması  sonucunda  ortaya  çıkan  nörodejenerasyonun  temel  nedeninin  fonksiyonu  bozulmuş  aksonal  transport  olabileceğini  öne  sürmektedir.  Aksonal  transport  nöronların  birbirleriyle  iletişimlerini  sürdürebilmesi,  nöronal  fonksiyonlarını  yerine  getirebilmesi  ve  hayatta  kalabilmeleri  için  gerekli  olan;  protein,  organel,  nörotrofik  faktör  ve  nörotransmitter  veziküllerinin  taşınmasını  sağlayan  dinamik  bir  sistemdir.  Bu  sistem,  içine  birçok  proteinin  dahil  olduğu  büyük  bir  sinyal  yolağı  tarafından  korunmakta  ve  devamlılığı  sağlanmaktadır.  Fakat  vücutta  birçok  moleküler  mekanizmanın  post-transkripsiyonel  düzenlenmesine  katılarak  immun  sisteme  dayanan  hastalıklar,  kanser  ve  nörodejeneratif  hastalıklar  gibi  daha  birçok  hastalıkta  rol  oynayan  miRNA’lar  bu  sinyal  yolağındaki  proteinlerin  de  ekspresyonlarını  değiştirerek  tau  hiperfosforilasyonuna,  aksonal  transportun  bozulmasına  ve  dolayısıyla  Alzheimer  hastalığına  neden  oluyor  olabilmektedirler.  Bu  derleme  çalışmasında  miR-133,  miR-224,  miR-155,  miR-34a,  miR-125b,  miR-9,  miR-124,  miR29-a/b/c, miR-10b ve miR-132 olmak üzere incelenen 12 miRNA’nın aksonal transportta rol oynayan sinyal yolaklarına katılıp tau  hiperfosforilasyonuna  ve  aksonal  transport  bozulmasına  sebep  olarak  Alzheimer  patolojisine  katılma  ve  biyomarker  olarak  kullanılabilme potansiyelleri incelenmiştir.


ISSN (Print) 2149-1909
ISSN (Online) 2148-4325

2020 Ağustos ayından itibaren yalnızca İngilizce yayın kabul edilmektedir.